Pazartesi, Ağustos 29

Zamansız gidenlerin anısı,Düşünce akla bir gece yarısı...

Bir zamanlar, Bilgi Üniversitesi özgür bir yerken, "Creative Thinking in Advertising" diye bir ders vardı. ADV 341 almadın mı Bilgi'de okumuş sayılmazdın. - dın çünkü dersin hocasını da dersi de kaldırdılar. Dersi Sanem ( ki kendisi dünya tatlısı bir hatundur ) verirdi..Sanem A dan Z ye aykırıydı ama o kadar doğal ve normaldi ki aykırılığı ile onunla tanışanlar asıl kendileri çoğunluktan olmalarına rağmen sorgulardı kendini ve kendine normal diye seçtiği hayatı.. 60 dk ve 118 TL + KDV( burslular yaşadı) zaman diliminde  değer, hayatın kadar olan pencereler açardı akıllarımıza..sanki kendi adını söylüyormuşçasına emin bir şekilde derdi ki " yaşam bir yolculuk ve her birimiz bu yolculuğa kendi derslerimizi almaya geldik. Benim ders dediğim, senin hayatına dair vermen gereken o sınav , ilk önce bir bezelye tanesi gibi çıkar karşına, eğer o dersi alırsan ne ala, ama almazsan döner tekrar çıkar karşına.. bu sefer ceviz kadar..sonra elma derken kar topu olur ve sen altında kalırsın. "  tabi ki ilk söylediğinde acep ben bu dünyaya niye geldim ? diye düşünmekten öteye gidememiştim. zaten  çok da düşünüp kafa yormadım üzerine kişisel ile başlayıp gelişim, değişim, keşif, yükseliş ...vs diye devam eden hiçbir şeye inanamadım oldum olası.... insan öğrenmesi gerektiğinde öğrenir dersini, kimsenin tuttuğu ışıkla olmaz o işler.
ya sen ? hiç hayatında devamlı tekrar eden olaylar, ya ben hiç akıllanmayacak mıyım diye sızlandığın zamanlar olmadı mı? aynı filmi sanki ilk sefermiş gibi yeniden izlediğin ama sonunda kafanı yine aynı taşlara vurduğun..

seni bilmem ama benim oluyor ve soruyorum kendime; "Selen yaşadığın hayat sana ne anlatmaya çalışıyor "diye...haftalarca sadece aynı puzzle'ın parçası olduğunu bildiğim ama parçaları bir türlü birleştiremediğim kelimeler, uçuşan düşüncecikler, anca yazıya döküp de karşımda görünce , "ahanda demek buymuş karnımın ağrısı" dediğim düşünceler gibi bu resmi görünce farkettim resimdeki kızın ben olduğunu...hiç tanımadığım bir çocuğun boşluğa üflediği balonlardan kendime bir hayal hatta hayat kuran hatta kendi hayalimmişçesine ayaklarımı yerden kesip o hayalin peşinde uçmaya çalışan  ve defalarca düşen ama hayal kurup da o hayali yaşamaya devam eden küçük bir kız çocuğu olduğumu...zaten bu resmi çocuk balonuma sapanıyla taş attığında gördüm..düşerken gördüm...

düştüm..kalktığımda Gölge'de balonumu patlatan çocuk karşımda ve  beyaz kağıda sarılmış taşı yanı başımda buldum... kağıtta  "Sen bu hayattan ne istiyorsun ?" yazıyordu, "neden yaşıyorsun, nedir hayatta olmanın amacı? Okunmaya değer onca kitap,görülmeyi hak eden onca yer, izlemeden bilinemeyecek nice film, tatmadan ölünmemesi gereken onca aşk varken ve biz diplomalı ruhsuzlar hayatın ne kadar kısa olduğunu aklımıza bile getirmeden beton bloklar arası şehir caddelerinde yalnızca ve yanlız  yürürken sen nasıl cesaret edersin benim balonlarımla  yaşamaya...hayal kurmaya.. hiç konuşmadı çocuk,  bugüne kadar konuştuğunu sandığım da o değilmiş zaten..dedim ki ; " sen daha kendi balonlarının peşinde bile uçamaz kendi hayatına bir şey katamazken bu dünyaya ne katacaksın?ben baloncuklarını rahat bıraktığımda hangi inşa edilmemiş binayı sen yapacak hangi çıkılmamış dağa sen çıkacaksın? söylediklerimi hiç sevmedi...Baloncuklarını alıp gitti çocuk ve ben o taş elimde, kartopu yüreğimde kalakaldım ve Sanem'i hatırladım..peki şimdi ben dersimi aldım mı Sanem ne dersin? Ayaklarımı yere bastım mı? Büyüdüm mü?
 ya sen çocuk sen büyük adam oldun mu?  dolu dolu gülümsetebildin mi kimseyi? dünya için değil sadece bir kişi için "o "birisi" olabildin mi? sana hiç kızmadım ama umarım cevapların evet olur çünkü çocuk yüreğim bir daha oynamaz seninle..

kağıdı ve taşı alıp evime döndüm. hayal kurmaya cesaret ettiğim zamanda aldığım biletleri, yazdığım mektupları, yazıları yırttım yerine o kağıdı; hayallerime nazar değmesin diye cüzdanımın gizli yerine taktığım nazar boncuğunu çıkarıp taşı koydum. çok büyük adam oldum.




http://fizy.com/#s/1791f6

Pazar, Ağustos 7

envanter sayımı

Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın; sussan acıtır...konuşsan kanatır..


oğuz atay'ın bilmem hangi kitabında okuduğum bu sözler ile kaldırdım kafamı durgunluğumdan. edip gittiğinden beri kaç saattir bu halde oturuyorum koltukta acaba?  kış olsa havaya sebep bulurdum ya; şimdi oda değil..
garip bir gün geçirdim. kendi sessiz gürültüm ile..kimseyi aramadım kimseyle konuşmadım, kendimle bile..ola da konuşmaya yeltensem ağzımdan bir anlamlı ses çıkmayacaktı sanki..sustum ben de.sadece halet-i ruhiyemi yaşadım. olur ya insan ne zaman iki ipin ucunu bir birine bağlamaya çalışsa ya da bir şeyleri içinden çıkamasa kısacası kendine dönse bir yerleri toplamaya kalkar ya işte ben de başladım haftalardır beynimin içindeki çöplüğe benzettiğim evimi toplamaya.. bağlamaya çalışacağım ipleri arıyordum bir yerlerde; çamaşır yıkadım, orayı burayı topladım, makyaj çantamdaki biten ıvır zıvırları attım..her eşyaya dokundum...eşya diyip de geçmemek lazım. her ne kadar alelade bir şekil de bile gelmiş olsalar da sana, kim olduğuna dair çok şey taşıyorlar. hatta öyle ki bazen kimliğine dair en somut, en belirgin ve en huzur verici parçan olabiliyorlar.. devamlı taktığın kolye, diş fırçan koyduğun bardak, kapının arkasında asılı ceketin, koltukta duran yastığın..kim olduğuna dair soru işaretlerin diken diken olduğunda avucunun içinde tutabildiğin cevapların...öyle bir hayat düşün ki her sabah gözlerini farklı bir şehirde açıyorsun, farklı bir odada ve farklı bir yatakta..hatta güneş bile hep başka yönden doğuyor; kimi zaman biraz erken kimi zaman geç...bir giydiğini bir daha giymiyorsun ve senin hiç 'en sevdiğin siyah kazağın' olmuyor. her sabah farklı bir arabanın kontağını çeviriyorsun ve her birinin de debriyajı farklı noktalarda kavrıyor. refleks haline getirdiğimiz hareketlerden ve bir karar daha vermeme lüksünden uzak bir maraton sanki..düşününde bile yoruluyor insan.. zaten bu sebeptenmiş ki yeni doğan bebekleri hep aynı yerde yatırmaları.. küçük insanı zaten yeni geldiği dünyada gözünün değdiği her rengi farklı olması yetmezmiş gibi bir de uykusunda gezdirirsen..sersem olurmuş yavrucak, bulamazmış kendin; yarım kalırmış ruhu da aklı da.. şimdi ben de bir sorunun içinde çıkamadığımda yaptığım gibi elimdeki bilgileri tekrarlıyorum. Üçgenin dik tepe açısı 80 derece,değişkenler arasındaki correlation -0, 826, raftaki kitaplarım, kalp yastığım kahve bardağım... uyuşturucusuna kavuşmuş bağımlılar gibi sakinleşiyor panik atağım ve belirsizlikten takeing for granted'ın huzurlu sarhoşuğu yayılıyorbir sonraki düşünce krizine kadar... bakıyorum saate 03:23 ve tam da bu karabasanlı düşünce trafiğine üstüne davulcunun sesi geliyor sokaktan; öyle bir ayarında vuruyor ki tokmağı; niyeti olanı uyandıracak ama olmayanı da gıdıklamayacak kadar ..öyle bir vuruyor ki tokmağı beni çocukluğumun bilindik sokaklarına götürecek kadar...anneannemin  yasemin çardağının altına kurulan sofralara, annemin işten gelini bekleyişlerime, pide alıcam hevesi ile beklediğim fırın kuyruğuna...nasıl bir hayat verdin ki bana allah'ım film gibi yaşıyorum her saniyesini, tam yazının son satırlarına yetişiyor davulcu ve aitlik duygusuna yolculuk ..sanki, yaşadığım hiç bir an tesadüf değil  gibi..