Salı, Haziran 29

bir varmış bir yokmuş


merak ediyorum asıl ne zaman kendime daha fazla yakın oluyorum?

boğazın esintisi Karaköy sahilinde yüzüme vurduğunda,akşam güneşi giden vapurun ardından batarken, yanımda uçan martı gözlerimin içine bakıp İstanbul'u içime işlerken..ve ben bu küçücük mutluluğu hafızamın zayıflığından değil de mantığımın yongalarından kurtulduğum için, o an sadece öyle istediğim için 'birisi' ile paylaşmak istediğimde mi? yoksa o an telefona giden elimi "meli - malı" lar ile tekrar "olması gereken bu" kalıplarına sokup telefonu yerime koyduğumda mı? bir yandan benim ne istediğim bir tarafta ise benim için neyin iyi olduğu? İnsanın verdiği en büyük kavga kendisi ile verdiği olmalı, en zor anı elindeki telefonu çantasına koyduğu ve en yorucu sınavı ise kendisine karşı saygısını ve sevgisini koruduğu..tüm bu saydıklarım klişe ama garip değil mi yaşanılan ikilem?? kendim için bir şey yapıyorum kendimin istemediği? kaç kendim yaşıyor duvarlarımın arasında ve neden aynı koroya alınan insanlar birbiri ile uyum sağlayacak şekilde seçilirken bu kendim korosu bambaşka tellerden çalıyorlar??

Bu blog u yazmaya başladığımdan beri farklı yorumlar geldi bloga dair..çok karamsar bulanlar,kalemimin okunulası ama "abstract" ten "fact"lere geçiş yap diyenler ya da sakınmadan gizlemeden kendini yazabiliyorsun diyenler oldu ve bu yorumların hepsi bloga dair olduğu kadar da bana dair oldular çünkü sakınmadım hiç, sanki o martı gözüme baktığında hissettiğim an elimin telefona gidişi gibiydi yazmalarım.. Ama fark ediyorum da son zamanlarda aynı o telefonu çantama koyuşum gibi artık pek de bana dair olanı yazmıyorum buraya, düşünmeden, pervasızca akıtmıyorum ilk geleni.. sakınıyorum ve kendimce elekten geçiriyorum ve bensiz bir şey çıkıyor ortaya..belki de sustukanilarımdan sustuklarıma geçip de bu blogu tadında bırakma zamanıdır...

Pazar, Haziran 27

ayrılık vakti komedyası


Üç yıl
Üç oda
Penceremde İstanbul’dan üç ayrı manzara…

Galata kulesine iyi geceler diyerek uykuya daldığım son gecem. İstanbul’a geldiğimde başlayan yurt hayatım neredeyse 3 yaşına basacak ve ben her ne kadar şımarık çocuklar gibi oyundan buyundan şikâyet etsem de her sene ayrılık zamanında aynı burukluğu yaşıyorum. Ben bavulların içine koyduğum hayatımı alıp çıkarken odadan, bir seneyi dolduran anılar ardımda kapıyı kapatıyorlar sanki..uzun sohbet geceleri, kağıt bardakta içilen şaraplar, gitsek mi yoksa gitmesek mi denilen party ler için yapılar topuklu provalar, gardırop kardeşliği.. sınav dönemi bulaşık yığınlarıyla oda nüfusuna katılan ekosistemler, berbat geçen günün ardından yatağıma bağlı bulduğum ve bana gülen sarı balon:)…buraya ekleyebileceğim daha nice kalem olay gibi uzayan hayal listelerimiz…

Gitmenin hiçbir halini sevemedim zaten oldum olası..taşındığımız evlerden , kep attığım okullardan, kaçtığım şehirlerden, ülkelerden, hayatıma dokunan insanlardan..nasıl sevilir ki zaten ayrılık??? Hatta o kadar sevmedim ki; son zamanlarda ailemin yanına çok az gider oldum- altına karbon kâğıdı koyulmuşçasına kronikleşen ayrılık sendromuna yakalanmamak için.

İnsanca bir güdünün yan etkileri aslında bana bu yazıyı yazdıran, köklerini bir toprağa salmak, ait olmak, varlığının, hayatın ağırlığının yer ettiği toprakta huzur bulmak..o kök dediklerimi çek çekli bavullarla yanımda taşıyorum. Yol gittikçe, ben yaşadıkça daha da ağırlaşıyorlar ve artık sığmıyorlar bavullara…

Cuma, Haziran 11

anlayana aşk olsun


bir soru var içinde yaşadığım.rotası çizilmiş bir hayatı mı kovalıyorum yoksa bir yelken misali istediğim rüzgardan mı rota alıyorum??

çok basit bir ikilem gibi geliyor kulağa ne de olsa çok yazılıyor çok çiziliyor hakkında sonunda tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan muhabbetine başlanıyor farkındayım ama umurumda değil aslında ben de yazıyorum.. hakkında ne kadar söz söylendiği değil eğer ben de aynı soru işaretini yaşıyorsam.

bir an var ki zaman duruyor ve sanki işitilebilecek kadar gerçek olan ama uzandığımda dediğin sınırına dokunduğumu hissettiğim, hani yüksek binaların ardında bir deniz olabileceğine gözün ile göremediğin için ihtimal vermediğin ama kokusu geldiği için de varlığını reddedemediğin ve çoğu dünya vatandaşının genetiğinde taşıdığı korkaklık geni yüzünden benimde duymazdan geldiğim ama haklı olduğunu bildiğim, yetmezmiş gibi zaman içinde de yaşayarak haklı olduğunu gördüğüm bir ses.. hatırlarsın okul sıralarında kopya çektiğin günleri.. sınavdasındır, sorunun cevabını bilirsin ama yanındaki arkadaşının yazdığını yazarsın yine de..bile bile..

hani şu satırları yazarken dahi aklımın kıvrımlarında köşe kapmaca oynayan düşünceler hakkında içimden gelen sesi dinlemeye, -doğru olduğunu bildiğim- kendi cevabı cesaretim yok. öğretilmiş -meli -malı ve olması gereken bu mantık yasasının önünde boynu kuldan ince sade aykırı olamayan bir vatandaş olduğum için... ve hayatta kopya çekerek yaşadıpım(ız) için..

ne olur o sesi dinlesem? uçuk gibi görünen, mantıksız gibi görünen ama içimden kulağıma fısıldayan ses..nasıl görünürse görünsün, ne olmuş olursa olsun oyun daha bitmedi diyen o ses..oyunun bitmesi gereğine karşı gelen ses..

işte bu noktada soruyorum kendime birbirimizden çektiğimiz kopyalara dayanan bir sistemin bize çizdiği rotayı mı takip ediyoruz yoksa içimizden esen bir samyeline kaptırıp yelkeni istediğimiz yöne mi akıyoruz??

Salı, Haziran 8

ilk aşkım evleniyor:)


metro ya inen aceleci merdivenlerde kıpradı telefon, 'kımışı' arıyordu. dedim ki eyvah!! unuttuğum doğum gününün fırçasını yiyeceğim..yıllardır sadece doğum gününden doğum günüme konuşabildiğim ilk aşkıma arada olup bitenleri ardı ardına sıralıyorken , kımışı, yeni işimle yaz planlarım arasına " ya biliyor musun kımışı , ben evleniyorum :)" dedi.. nasıl ya?? insanın nutku nasıl tutulurmuş yaşadım. e ne de olsa ilk defa ilk aşkım evleniyor, kolay değil:))

sanırım bu da bnm hayatımın dönüm noktalarında birisi, bundan sonra kb den çok nikah salonlarında göreceğim arkadaşlarımı..ve korkarım annemin bahsettiği o virajı döndüm ve nasıl olduğunu anlayamadan geçmiş - geçiyor- geçecek zaman..

kutlu mutlu olsun kımışı.. müstakbel gelin hanım Tutku'da benim adımı yazsın ayakkabasının topuğuna da tam olsun :))

Pazar, Haziran 6

başka başka zaman vatandaşlıkları

zaman diye bir şey yok dedi senem, zaman sadece bir an.. senin zaman sandığın ise ardı ardına dizili anlar ki hepsi birbirinden bağımsız ama hatırında bir zincir kuran parçalar ...ki değil mi o zinciri nasıl bağladığın senin hayatın olan..

Evvel evvel zaman önce daha facebook keşfedilmemiş google arama motoru hayatlarımızı mekanikleştirmemişken, bu gün ancak efsane diyebileceğimiz aşklar hala yaşanabiliyor ve bir insan bir diğerine üç haftadan fazla yazabiliyorken(!), teknolojinin nimetlerinden yoksun şanslı insanların birbirine mektup yazdığı ve mektup yazarken kendine bulandığı, derinine daldığı...mektup postacıya emanet iken geçen sürede alıcı adresinde oturanın hayaller büyüttüğü o zamanlar.. .dönüp baktığımda insanların zurnanın zırt dediğimi google layamadığı, dünyaların iki click ten büyük olduğu, bilmek için çaba gerektiği, insanların teknolojiden yoksun olduğu için şanssız sayıldığı zamanlar..

bugün, biz , şanslı dünyanın şansız insanları, teknolojinin zengini ama zamandan yoksun, hayattan yoksuluz...tanışıklıklarımız facebooksal ve sıktığımız bir ele dair hatırı sayılır şey öğrenmek bir kaç dakika , öz geçmişlein fotoğraf albümlerinde "next" lendiği üç beş küçük dakika...

bu kadar çok şey bilmek istiyor muyum kimse hakkında? bu kadar az ve zahmetsiz zamanda??

istemiyorum sanırım, "ulaşılamayan"ı kıymetli sayan doğamıza inat, bir insana bu kadar kolay ulaşmak tanışıklıkların büyüsünü bozuyor. serada hızla büyütülen tatsız sebzeler misali yavan oluyor ilişkiler...tanımamaktan, bilmemekten değil, çeyrek asra yayılsa yeri olacak bir tanışıklığı dakikalara sıkıştırdığımız , karasularımızda bir misafire yer açacak zaman bulamadığımızdan belki de yarını olabilecek hayatlar ilk dar boğaz da "remove from frends" ile sona eriyor... ya da profil sayfasına yansıtamayacağın bir yanını sevebilecekken birisin -diyelim çatalı nasıl tuttuğunu ya da duştan çıktıktan sonra büründüğü o yumuşak duyguyu- arkadaş listesini yeteri kadar kalabalık bulmadığımız için es geçiyoruz...

bahsettiğim o evvel evvel zaman öncede yaşan, yaşam saatinin tik-takları birbirine dolaşmış, ki nihayetinde kendine dolaşıp da düğüm olmuş bu sevgili arkadaşım, son arananlar listesinde "hayatım/ aşkım/ balım/ böreğim..vs" isimleri sabit ama numarası değişken olan bir başka sevgili arkadaşımla oturmuş aşklardan yana dem vuruyor..'bugün'ün vatandaşı sevgili arkadaşım diyor ki ; " tam üç hafta yazdım o çocuğa , üç hafta" bir gülme tutuyor 'evvel evvel zaman önce' nin vatandaşı arkadaşımı, "vah be üç hafta mı.."
e bir gülme alıyor haliyle muhabbeti...vah bee üç hafta demek helal olsun...

aradığını bir türlü bulamama, her şeyden kolayca geçme, tabiri yerindeyse 'önümüzdeki maçlara bakacağız' cılık salgını var ya bugünün vatandaşları arasında.. gerçekten ne aradığımızı mı yoksa ne aradığımız oluşturan o "an" lar zincirlerini kuracak fırsat mı bulamıyoruz ...devam eden maçlardan daha sahaya çıkmadan kaçıp da önümüzdeki maçlara baktığımız için?