Cuma, Ekim 29

peoplearejustpeolplelikeyou


yağmurlu bir gün aynı kumda ellerimle açtığım düzlük gibi
sanki küçük, kuytu ve dingin biz zaman dilimi
cebimde taşımak istediğim ve
hayattan mola istediğimde
içinde bir kum tanesi olabileceğim

yapmam gereken onca şey varken içinden sadece yazmak geliyor. ne yazıyorum, kime yazıyorum, kim okuyor, kime dokunuyor.. değil. ben yazıyorum, bana yazıyorum, bana dokunuyor.. ekrana değil de klavyeye bakıyorum sadece, tuşlar arasında gidip gelen parmaklarım aynı yolculuğa buluttan nereye düşeceğini bilmeyerek başlamış bir yağmur damlası gibi yazıyorlar, benim bile orada olduklarını bilmediklerimi yağıyorlar.. kum tepelerimin arasında kendime açtığım bir düzlük bu blog, içinde bir kum tanesi olabildiğim. ve kum tanelerinin arasında kaybolabildiğim.

zaman çizgisinde kilometre ibresi ilerledikçe Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin şekli şemali de değişiyor. fiziksel ihtiyaçlar zevklere karışırken sosyal ihtiyaçlara kaybolmak gibi yenileri ekleniyor. ...koca bir jenerasyon kaybolmak için hibe istiyor devletten. with the purpose of a life long education..devlet baba soruyor..sana hibe vermesem de kaybolmak istiyor musun deniz aşırı ülkelerde? evet diyor y jenerasyonumun sadece bir X'leri ortak 46 kromozomlu gençleri. önce kaybolup sonra kendimi bulmak istiyorum. eğer beni ben yapan geçmişim ise yeni bir ben yapma için fabrika ayarına geri dönmek; hangi yemeği sevdiğimi, bir yıl önce neye ağladığımı, neyle sevindiğimi bilmeyen insanların arasında doğmak istiyorum yeniden...dedikleri gibi yüz on dört sureti varsa insan oğlunu diğer benleri arıyorum hibesi çıksa da çıkmasa da..

kendimi hibe ederek gitmek isteyenlerdenim bende, başucumdaki sarı ışık, penceremdeki galata, dolaştığım sokaklar, her sabah birlikte uyandığım insanlar, ve ben aksini yaşayacağım diye bir türkü tuttursam da bana dünü hatırlatarak türkün nağmesini sessizce bozan gözleri...sığındığım yer dediğim bu blogdaki her yeni başlık bile aynı bokun laciverti..

bir iki blogger'ım : "ay ne güzel bak kalemin kuvvetli daha edebi, daha farklı bir şeyler yazsana" dediklerinde Elif Şafak ve her yazısına eklediği, o başı sola eğik, sepya fotoğrafı geliyor aklıma..sadece fotoğrafı değil, tüm yazıları sadece kelimelerin yerleri değiştirilmişçesine aynı kokan ama hala okunan ve okunacak olan..

tamam ben lacivertlerimi bırakayım, insanlar Elif Şafak okumasın, Cezmi Ersöz'ün kitabından uyarlanmış "Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk" oyunu da bir salon dolusu insanı aynı yere götürmesin...

bir ben değilim aynı olan, kendi kuyruğunu kovalayan, bir ben değilim kaybolmak isteyen..Şafak okundukça, kitaplar kendilerini en çok satan yapabilecek kadar çok insanın hayatının nakaratı oldukça, playlist'lerde aynı şarkılar döndükçe, Tayyip'in paracıklarının hibe etmeye yetmeyeceği kadar genç iki, hiç olmadı bir sömestre bile olsa kaybolmak istedikçe, sevgili Ömürden;"bu fotoğrafı keşke ben çekmiş olsaydım" dedikçe, ben bu lacivert yazılarımdan para bile kazanırım..



Pazar, Ekim 24

gece saçmalamaları-yine-


güçlü bağlar var mıdır / mümkün müdür iki "uzak" arasında yoksa bu kadarı da olmaz dedirten olaylar sadece birer arsız rastlantıdan mı ibarettirler..

güçlü bağlar yoktur hiç bir uzak arasında. olsaydı o iki "uzak" uzak olmazdı sonunda...
ama yine de bir bağ vardır aralarında; uzadıkça incelen..inceldikçe aynı bir kadın çorabı gibi arkasında gizlenmek istenen kusurları gösteren..

O bağ uzadıkça görürsün ki (ya da anca görebilirsin ki);
'bu kadarı da olmaz dedirten olaylar' aslında sadece Sanmaları bilmelere bırakan cuma gecesi, promili yüksek kısa mesajlardan ibarettir.

kalan tek ortak nokta bir gsm operatörüdür ve ha koptu ha kopacak tanışıklığın son ilmeğidir iletim raporları.

iki insanın bir birine edebilecek iki kelamı kalmayınca da sessizlik keser o son ilmeği.

Salı, Ekim 12

iklimler

Son dönemde okuduğum en yaşayan kitap Andre Maurois'in İklimler' iydi diyebilirim. Satırları cana dokunan sayfalar hakikaten okuduğum en güzel aşk hikâyelerinden biriydi. Her an yeni bir hayat serilir önümüze, birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı diyor ve kaderlerimizle arzularımız hemen hiç bir zaman bağdaşmıyordu diye bitiyordu kitap.

çok gerçek, hayata dair bulduğum sayfalarda yalnızca, nasıl olur da bir kadının, sevdiği adamın ölmüş aşkını, kocasını sevdiği gibi sevebileceğine aklım ermiyor ve kitap masalsılığını açık ediyordu.

"insan gerçekten severse" ile başlayan laflar hep biraz beylik , birazdan çok da arabesk gelmiştir bana..nasıl sever insan sevdiğinin onu sevdiğinden daha çok sevdiği birini?? genetik olarak çağlar boyunca miras aldığımız tüm egolarımıza, ilkel benliklerimizin anayasalarına ters..

benim ilkel benliğimin atasözü bile dinlemediği, dans salonunda ayakkabısını giymek için yanıma oturan kızı sanki uzuuun süredir tanıyormuş olduğum ile başlayıp garip bir şefkate hatta sevgiye dönen duygularımla kanıtlanmış oldu.
Daha ölü bir eski aşkın nasıl sevilebileceğine akıl erdiremezken dirisinin bile aslında "sevgin"den çok şey taşıdığını bir iklimi yaşadım..bu iklim sanki aynaya bakmak ama suretinin gülümseyebilen halini görmek gibiydi...allahtan ben fikrimi değiştirmeden kız ayakkabılarını değişti ve gitti..

koş koş



okul
yol
staj
santral
ev
gece
aile
dans
sinema
alış-veriş
tiyatro
kitap
asmalı
doktor
party
yelken
yolculuk...
...
...


hayatı dolu dolu yaşamak mi yoksa sadece hayatı doldurmak mı??

Pazartesi, Ekim 11

yurt antropolojisi

Yurt: tekdüzeleştirilmiş hayat envanterleri topluluğu
Yurt ahalisi: tekdüzeleştirilmiş hayat envanterleri sahibi

Ah yurt ah..

Şu tekdüze hayat envanterleri arasında kendimizi unutmamak için kimliklerimize dört elle sarılmamızı sağlıyorsun. yoksa iki kolu iki bacağı olan insanlar değil de bir yatağı bir dolabı olan kayıplar olmak var işin sonunda..rengini kaybetme korkusuyla her birimizin sarıldığı bir simge var yanında yöresinde işte benimki de

Il Bacio..


baş ucuma astığım bu posteri gören, beni az çok tanıyan herkes anlar yatağın kime ait olduğunu..:)

bense her sabah uyandığımda kim olduğumu hatırlıyorum.. her mevsimin benim için eylül oluşunu ve benim hüzünlü eylüller içinde aradığım sıcaklığı..zayıflık diye itip kakmaktan vazgeçip de kucakladığım duygusallığımı..

ben de durum böyleyken her gece "mantık" uyur odanın diğer köşesinde..mantık ile "duygu" yurt yönetmeliğince görmezden gelirler birbirlerini..her ne kadar görmezden gelseler de sandıklarından çok şey söyleyebilir birbiri hakkında aynı havayı soluyan iki kişi..çatışırlar, savaşırlar hatta anlayamazlar bazı bazı birbirlerini... birinin erdem saydığı diğeri için zayıflıktır, biraz da aptallık; birinin "ipleri elimden bırakmam" cılığı da diğeri için ipleri gevşetirsen ne yapacağını bilmemenin korkaklığı..

öyle yada böyle zıt kutupların da karışır renkleri birbirine..en katı mantık bile biraz pembeleşir, biraz ve aşkı tanımlar bulu kendini;

"Love is... sharing an umbrella and praying the rain would never end."
(bence başlangıç için hiç de fena değil sayın bayan mantık:))

peki ya duygusala ne olur mantıkla aynı odada?

Duygusal da iç sesine tıkar kulaklarını ve kendi sesini duyar zamanla
" maybe I better let him go.."

Pazar, Ekim 10

gece saçmalamaları

güçlü bağlar var mıdır / mümkün müdür iki "uzak" arasında yoksa bu kadarı da olmaz dedirten olaylar sadece birer arsız rastlantıdan mı ibarettirler..
ya da bir diğer değişle ;
tam şu anda aklımda köşe kapmaca oynayan yokluğun ve devamlı sobelenen uykusuzluğum dokunuyor mudur sevgili uzak'ımın gözlerine??

Pazartesi, Ekim 4

'garip' versus 'garip'

'garip' ler tanırlar birbirlerini
bakışından duruşundan kaçışından
yazdığından çizdiğinden söylediğinden
en çok da kendilerinden bilirler.
Yap-bozun oyun bozan parçalarıdır onlar
kimse gibi olamayan,kimseyle olamayan..
ama en çok da iki 'garip'tir yan yana duramayan
sobelenmiş çocuklar gibi sıkılgan.
işi kendinden bilen iki kişidir onlar
garip yerlerini örtüp saklayamayan
kaçırılan gözlerin ardına saklanan

Pazar, Ekim 3

senin gerçek diye bildiğin..

pek sevgili bilim insanları siz 'gerçek gerçek' diye ömrünüzü heba ededurun biz tanrının yeryüzündeki sureti insanlar, yaratanın yaratma gücünün halefleri, kendi gerçekliklerimizi yarattığımız dünyalar kurarız.. evrende kozmik patlamalara, yüzyıllar süren gaz ve toz bulutlarının evrimine, big gang'e falan da ihtiyacımız yoktur yaratmak için; arka arkaya koyduğun iki söz yeter kim olduğundan olmak istediğine evrilmen için. senin zamanında " kırk kere söylersen olurmuş "lar için bugün bir kere söylemek yeter.. önceki gece izbe bir bar masasın sinmişken ertesi sabah "wuhuuuuu dün gece çılgınlar gibi eğlenmiş" olabilirsin mesela ya da eskaza o bara bir de medyanın tanıdık yüzlerinden birisi uğramışsa beş dakikalığına, "biz de akşam falancayla birlikteydik hahahah.." olursun; "aylardır iki notayı doğru basmayı becerememişken bir muhabbette kazara "ya işte ben de şunca aydır gitar çalıyorum" olursun hatta Bilgi Üniversitesi Rektörü olursun da sırf kameralar çekiyor diye - ki daha doğru düzgün konuşamadığın Türkçe'nle - okulunu dünyanın süper gücü yaparsın..

dil gerçekliktir ne diyeyim ki daha..

hatta o kadar ki gerçekten kaçmak için de susmayı seçer insan. bilir ki bir kere dilden döküldü mü içten geçenler kaçışı yoktur ete kemiğe bürünür sözler, el kol olur sarılır boğazına da nefes alamazsın..susarsın o yüzden olabildiğine kaçarsın..koşar koşar sonunda kaçtığına çarparsın iki kilometre ve bir cumartesi gecesince kalabalık İstanbul caddesinde.. kaçtıklarını unutur bu sefer sen koşarsın peşinden ve dokunursun omzuna..kırk kez söylememişsindir belki ama kırk gün kırk gece susmuşsundur...o kadar susmuşsundur ki yok olmuş mudur dile dökmediklerin?? dokunduğun omuz arkasına döner, boynuna sarılacak diye beklediğin eller ceptedir. anlarsın ve bunca zaman dilinden dökülemeyenler gözlerinden dökülür Duygu'cum bilirim...