Salı, Ağustos 24

adresini şaşırmış çiçekler


garip olaylar zinciri hep beni bulur ya; koca İstanbul'da da şaşkın çiçekçi bile beni es geçmedi sağ olsun:)

birkaç gün önce çalıştığım yere Selen Hanım adına dünyalar güzeli bir demet çiçek geldi. Resepsiyona kadar ağzım kulaklarımda gittim, tabi kadınlık hastalığı bu; biri çiçek demeye görsün yelkenler hooop suya..kartı okur okumaz doğru adres anlaşıldı tabi;

"Sevgilim, seninle hayatımın en güzel 25.yılına.."

ay pek romantik. üst katta ki Selen Hanım da benim vekaletine sevindiğim kadar sevinmiştir umarım.

Çiçekçiye çiçeğin fiyatından daha büyük bir bahşiş verip yolladım ve tuttum üst katın yolunu..buketi asıl sahibine teslim ettikten sonra sanki çiçekler bana gelmişçesine gülümsedim bütün gün..

nice zamandır bürünmemek için savaş verdiğim ama sonunda yenilip kabul ettiğim taşlaşma haline mola verdiler sanki. Ne-kim-nasıl-nerede.. olursa olsun içimde en ufak bir şey kıpırdamıyorken, bir esinti oldu sanki.

Varsın benim olmasınlar kimin umurunda. çiçeğin allı moru değil ki kadını gülümseten, hissettirdikleri..hiç yoktan çiçek aldım o gün daha ne olsun:))

Pazar, Ağustos 22

BJK 0 - IBB 2

futbolun hayatımdaki yerini reddedemem. hayatımın ilk 7 yılına dair kafamdaki silik üç izden birisi kendisi...7 yılın sonunda tek celselik bir mahkeme kararı ile kahverengi efes şişelerini ve tuzlu fıstık çöplerini de alarak çıktı hayatımdan neyse ki! maç sırasında duyduğum, o zamanlar ne demek olduklarını anlayamadığım ama söyleniş tonu itibari ile pek de hoş olmayan sözlerden ve oyuncak aslanıma sinen nikotin kokusundan olsa gerek pek sevemedim futbolu..başından sonuna kadar izlediğim tek bir maç vardı o da Galatasaray'ın UEFA şampiyonu olduğu maç, yıl kaçtı hatırlamıyorum pek de umurumda değil zaten.

ama gariptir, dün Karaköy meydanında kafamı kitabıma gömmüş Afrika'da bir yerlerde uyuşturucu kaçakçısı kovalarken gözüm yandaki balıkçının dev ekranındaki maça takıldı ve baya kaptırdım kendimi..kucağımda açık kalan sayfayı bile kapatamadan iki yarı izlemiş ve hatta Beşiktaş'ın 2-0 yenilgisine üzülür buldum kendimi..

(- ee yani??)

yanisi şu; birisi gelmiş- birisi gitmiş.. ama gitmeden, çocukça bir heves ile bana defans anlatmış 4-4-3:) 4-2-5:) corner anlatmış...aklımdaki karanlık futbol hatırasını gülümseten biri ile değiştirmiş..futbolu sevilebilir bile yapmış hatta..hatta belki sadece bunun için bile gelmiş olabilir hayatıma..her ne olursa olsun birbirimizin hayatına bir sebeple dokunmuyor muyuz zaten? gittiğin yerden duyamayacak olsan da yine de teşekkürler. gerçekten

Pazar, Ağustos 15

mars venüs sorunsalı



sessiz okuma yaparken bile belli belirsiz bir ses duyarsınız kafanızın içinde çınlayan... ben de okuduğum kitapların satır aralarında yazarın sesini duyarım sanki.. kadın ya da erkek sesi olur bu ve çoğu zaman yazarın cinsiyeti ile örtüşür. (tabi Tuna Kiremitçi gibi istisnalar hariç, onun kaleminde kadın sesi var, çoğu zaman hüznü seven 'ben'im bile katlanamadığım bir sonbahar havası, neyse..)

bugün hem Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ından Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'ine erkek sesinden iki kitabın sayfalarında dolandım...Sonra da Elif Şafak aldım elime, Şehrin Aynaları..sevdiğim çok yazar varsa da Şafak'ın farklı bir yeri var bende. Onun kitaplarını okurken sanki yazarın sesini değil de kendi sesimi duyuyorum; yazdıklarında kendimden bir şeyler bulmak bir yana, sanki ben yazmışım gibi, sanki ben ifade etmek istesem aynı sözleri, tonu ve dizimi kullanırmışım gibi geliyor.

ama bu sefer bahsettiğim Eril iki kitabın ardından Elif Şafak'ın kadın dili yordu beni...Erken kaybedenler sadece erkeklere dair bir kitap, erkek çocuklarına demek daha doğru olur..hatta derileri yaşlandıklarında dahi içlerinde taşıdıkları erkek çocuklarına dair.büyürken geçtikleri sancılı, dolambaçlı yolları dolambaçsızca anlatan bir kitap...iş 'kendi'lerine gelince anlatmamayı genetik kod bilen erkekleri bu kadar yalın görmek, kutsallaştırıp da gerçekdışı kıldığımız Atatürk'ün çapkınlık hikayelerini duyduğumda " aa aslında o da bir insanmış. etten kemikten, hataları, zayıflıkları olan, senin benim gibi bir insan " gibi bir his yarattı içimde..o kadar uzağız ki kadın ve erkek olarak birbirimize, oysa aynı sahillerde kumdan kaleler yaparak ve aynı şeylere göz yaşı dökerek büyüdük.. diğer tarafta ise Tutunamayanlar, hatırı sayılır derecede içsel, buhranlı ve içinden çıkamadığınız soruların soru işaretlerinin çengellerini boğazınıza takıveriyor. tutunamayanları bir kadın yazsaydı eğer bu kadar fazla renkten insana hitap etmez, nice tutunamayanı bir araya toplamaz aksine toplu intiharlara sebep olurdu sanrım..

uzun lafın kısası ay ne zor bizimle uğraşmak!! hele ki anlamak..altı üstü bir şey diyeceğiz lafı dolandırmadık yer, üzülecek olsak döndürmedik entrika bırakmıyoruz..biz bizi anlamıyoruz daha marslılar nasıl :) sevgili marslılar, ikametgahımı sizin gezegene alasım var bugün:)

Pazartesi, Ağustos 9

Once


iki yıl önce kendimi de alıp gittiğim Londra'da, yılın her günü film festivali tadında olan, 1.50 pounda süper filmler izlediğim Prince Charles sinemasında, takvim tesadüfen 14 Şubatı gösterirken izlemiştim bu filmi. her nerede ne ödül almış umurumda değil ama benden "tatlı bir film" ödülünü aldı..hayatın ta kendisinden başka hiç bir olağan üstülüğü olmayan, sakin ama akan,izleyen herkesten de bir parça sakladığı ama hepimizden ezber ettiğimiz tüm mümkün senaryolardan ve sonlardan farklı oluşuyla ayrılan, aslında bir sonu olmayan ve en çok da bu sonu olmayışıyla hayattan bir kare olarak bulduğum film. iki insan arasında bugüne kadar kalıplara oturttuğumuz sıfatlarla kundak ettiğimiz ilişkilerden farklı kurulan bir ilişki, bir bağ...en çok da farklı bir sevgi. hayatlarımıza dahil ettiğimiz insanlara arkadaş/sevgili/düşman.. gibi türü ve derecesi bakımından farklı sıfatlar gerektiren sevgiler değil de aslında en temelde "insan sevmek/ memek " konusunda başlamış ama pek de bir yere varamamış sohbetlerimiz için çekilmiş sanki..

uzun lafın kısası gülümseyerek çıkmıştım salondan ve uzun uzun yürümüştüm sokaklarda..darısı izleyecek olanların da başına:)

Pazar, Ağustos 8

mahmur düşünmeler

çocukken de bu kadar mıydı gündüz uykuları? aslına bakarsan sokaktan çalınan zaman gibi geldiğinden sevmezdim gündüz uyumalarını. ama şimdi sanki hayatın en tatlı hali gibi..kitap ayracını koymaya bile fırsat bulamadığın kitap göğsünde, ne uykunun derinlerindesin ne de uyanık; ara ara tanıyorsun dışarıdan gelen sesleri ya da cevap veriyorsun içinden etrafındaki konuşmalara..hani sabahları saat çaldığında "hadi 5 dakika daha" diye daldığın şekerleme uykular vardır ya işte onlar kadar tatlı ama daha uzun..

sonra uyanırsın.

her şey yaz günü içeri girmeye çalışan güneşin güneşliğe takıldığı loşluktadır..gözlerini rastgele bir noktaya diker hareketsiz yatarsın öylece.
vücudunun enerjisini sadece iki refleks için kullanır nefes almak ve düşünmek..refleks olarak düşünmek saçma geliyor değil mi kulağa? reflekslerimizi hayatsal faaliyetlerde kullanırız çünkü..bilinçaltının üst olduğu uyku mahmurluğunda da sadece hayatsal önem taşıyan ne varsa fener alayı yapar da geçer aklından..yavaş yavaş. hayatını elekten geçirirsin yorulmadan. içindeki o her zaman doğruyu söyleyen ses konuşur ve doğru cevaplar soruları(n) ile eşlenir

su yolunu bulur sen dokunmadan.

o kadar yeteneksiziz ki hayatı akışına bırakmak konusunda. acelecilikten mi desem, zaman kavramını yitirmişliğimizden mi; yoksa korkularımızdan ya da çok istemelerimizden mi..herkesin ayrı bir sebebi var ve çok azımız su yolunu bulur diyebilme ve hayatı akışına bırakabilme sabrına, iç huzuruna ve olgunluğa sahibiz. itip duruyoruz bir şeyleri vitrinde gördüğü bebeği inatla isteyen çocuklar gibi..

o çocuk ne kadar tepinirse tepinsin, ne kadar isterse istesin, ağlarsa ağlasın suyun kendi yolunu bulacağını öğrendiği gün zaten bahsi geçen dingin,olgun adam olacak (ya da bir çoğumuz gibi olamayacak)

Cumartesi, Ağustos 7

05.20

uyku yok bu gece,
arkası yazılı küçük takvim yapraklarına bakmadan güneşin saat kaçta doğduğunu öğreneceğim. bana en çok huzur veren ahenk olan sabah ezanını dinleyeceğim, uykumla savaşmadan ve yenik düşmeden, çöp arabalarını bekleyeceğim..

hani hep benden daha önce uyanmış giyinmiş duş almış..kısacası beni alelacele koşuşturmasına katarsın ya şehir, sana inat bu gece uyandığında ben ayakta olacağım. bu sefer misafir olan sen olacaksın ve "saatin kaç olduğunu biliyor musun?" deme zevki de benim olacak..hatta diyeceğim ki sana " sen uyurken ben seni izledim,boğazı değil de boğazdan şehre aşık oldum. Kız kulesine selam durdum..cihangir ile hasret giderdik, ya sonra bir de asmalı.." sana daha önce ne kadar güzel olduğunu söyleyen olmuş muydu?

Ya uykunda sayıkladığını biliyor musun? Saat 4 civarıydı, bir mutfak muhabbetine rastladım su sebiline giden yolda..uyku mahmuru tüm bilinçaltları üst olmuş durumda, ben sordum sen söyledin, hatta inanmazsın sen sordun ben söyledim. eskileri anlattın bir kaldırım kenarında yaşlı bir amcayla ve küfür ettin bir hayat kadının nasır dudaklarında..yalanlar söyledik bol bol..hatırlıyor musun?

bunca hareket için de kabus da gördün ve sıçradın. Hisar'da ki o trafik kazası, ölen var mı?

anlamıyorum nasıl bir yosmasın şehir sen... gecenin karanlığı üzerine çökünce nasılda masumlaşıyorsun, izlemeye doyum olmuyor, gün ışığında üşüttüklerini unutup üstünü örtesim geliyor..ağzının kırmızı boyası yastığa değiyor ve kan olup akıyor arka sokaklarda; gözünün simli farı süslüyor eğlenceleri..yine de güzelsin be şehir..uyan hadi sana anlatacaklarım var.
05.20