yağmurlu bir gün aynı kumda ellerimle açtığım düzlük gibi
sanki küçük, kuytu ve dingin biz zaman dilimi
cebimde taşımak istediğim ve
hayattan mola istediğimde
içinde bir kum tanesi olabileceğim
yapmam gereken onca şey varken içinden sadece yazmak geliyor. ne yazıyorum, kime yazıyorum, kim okuyor, kime dokunuyor.. değil. ben yazıyorum, bana yazıyorum, bana dokunuyor.. ekrana değil de klavyeye bakıyorum sadece, tuşlar arasında gidip gelen parmaklarım aynı yolculuğa buluttan nereye düşeceğini bilmeyerek başlamış bir yağmur damlası gibi yazıyorlar, benim bile orada olduklarını bilmediklerimi yağıyorlar.. kum tepelerimin arasında kendime açtığım bir düzlük bu blog, içinde bir kum tanesi olabildiğim. ve kum tanelerinin arasında kaybolabildiğim.
zaman çizgisinde kilometre ibresi ilerledikçe Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin şekli şemali de değişiyor. fiziksel ihtiyaçlar zevklere karışırken sosyal ihtiyaçlara kaybolmak gibi yenileri ekleniyor. ...koca bir jenerasyon kaybolmak için hibe istiyor devletten. with the purpose of a life long education..devlet baba soruyor..sana hibe vermesem de kaybolmak istiyor musun deniz aşırı ülkelerde? evet diyor y jenerasyonumun sadece bir X'leri ortak 46 kromozomlu gençleri. önce kaybolup sonra kendimi bulmak istiyorum. eğer beni ben yapan geçmişim ise yeni bir ben yapma için fabrika ayarına geri dönmek; hangi yemeği sevdiğimi, bir yıl önce neye ağladığımı, neyle sevindiğimi bilmeyen insanların arasında doğmak istiyorum yeniden...dedikleri gibi yüz on dört sureti varsa insan oğlunu diğer benleri arıyorum hibesi çıksa da çıkmasa da..
kendimi hibe ederek gitmek isteyenlerdenim bende, başucumdaki sarı ışık, penceremdeki galata, dolaştığım sokaklar, her sabah birlikte uyandığım insanlar, ve ben aksini yaşayacağım diye bir türkü tuttursam da bana dünü hatırlatarak türkün nağmesini sessizce bozan gözleri...sığındığım yer dediğim bu blogdaki her yeni başlık bile aynı bokun laciverti..
bir iki blogger'ım : "ay ne güzel bak kalemin kuvvetli daha edebi, daha farklı bir şeyler yazsana" dediklerinde Elif Şafak ve her yazısına eklediği, o başı sola eğik, sepya fotoğrafı geliyor aklıma..sadece fotoğrafı değil, tüm yazıları sadece kelimelerin yerleri değiştirilmişçesine aynı kokan ama hala okunan ve okunacak olan..
tamam ben lacivertlerimi bırakayım, insanlar Elif Şafak okumasın, Cezmi Ersöz'ün kitabından uyarlanmış "Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk" oyunu da bir salon dolusu insanı aynı yere götürmesin...
