
merak ediyorum asıl ne zaman kendime daha fazla yakın oluyorum?
boğazın esintisi Karaköy sahilinde yüzüme vurduğunda,akşam güneşi giden vapurun ardından batarken, yanımda uçan martı gözlerimin içine bakıp İstanbul'u içime işlerken..ve ben bu küçücük mutluluğu hafızamın zayıflığından değil de mantığımın yongalarından kurtulduğum için, o an sadece öyle istediğim için 'birisi' ile paylaşmak istediğimde mi? yoksa o an telefona giden elimi "meli - malı" lar ile tekrar "olması gereken bu" kalıplarına sokup telefonu yerime koyduğumda mı? bir yandan benim ne istediğim bir tarafta ise benim için neyin iyi olduğu? İnsanın verdiği en büyük kavga kendisi ile verdiği olmalı, en zor anı elindeki telefonu çantasına koyduğu ve en yorucu sınavı ise kendisine karşı saygısını ve sevgisini koruduğu..tüm bu saydıklarım klişe ama garip değil mi yaşanılan ikilem?? kendim için bir şey yapıyorum kendimin istemediği? kaç kendim yaşıyor duvarlarımın arasında ve neden aynı koroya alınan insanlar birbiri ile uyum sağlayacak şekilde seçilirken bu kendim korosu bambaşka tellerden çalıyorlar??
Bu blog u yazmaya başladığımdan beri farklı yorumlar geldi bloga dair..çok karamsar bulanlar,kalemimin okunulası ama "abstract" ten "fact"lere geçiş yap diyenler ya da sakınmadan gizlemeden kendini yazabiliyorsun diyenler oldu ve bu yorumların hepsi bloga dair olduğu kadar da bana dair oldular çünkü sakınmadım hiç, sanki o martı gözüme baktığında hissettiğim an elimin telefona gidişi gibiydi yazmalarım.. Ama fark ediyorum da son zamanlarda aynı o telefonu çantama koyuşum gibi artık pek de bana dair olanı yazmıyorum buraya, düşünmeden, pervasızca akıtmıyorum ilk geleni.. sakınıyorum ve kendimce elekten geçiriyorum ve bensiz bir şey çıkıyor ortaya..belki de sustukanilarımdan sustuklarıma geçip de bu blogu tadında bırakma zamanıdır...