Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın; sussan acıtır...konuşsan kanatır..
oğuz atay'ın bilmem hangi kitabında okuduğum bu sözler ile kaldırdım kafamı durgunluğumdan. edip gittiğinden beri kaç saattir bu halde oturuyorum koltukta acaba? kış olsa havaya sebep bulurdum ya; şimdi oda değil..
garip bir gün geçirdim. kendi sessiz gürültüm ile..kimseyi aramadım kimseyle konuşmadım, kendimle bile..ola da konuşmaya yeltensem ağzımdan bir anlamlı ses çıkmayacaktı sanki..sustum ben de.sadece halet-i ruhiyemi yaşadım. olur ya insan ne zaman iki ipin ucunu bir birine bağlamaya çalışsa ya da bir şeyleri içinden çıkamasa kısacası kendine dönse bir yerleri toplamaya kalkar ya işte ben de başladım haftalardır beynimin içindeki çöplüğe benzettiğim evimi toplamaya.. bağlamaya çalışacağım ipleri arıyordum bir yerlerde; çamaşır yıkadım, orayı burayı topladım, makyaj çantamdaki biten ıvır zıvırları attım..her eşyaya dokundum...eşya diyip de geçmemek lazım. her ne kadar alelade bir şekil de bile gelmiş olsalar da sana, kim olduğuna dair çok şey taşıyorlar. hatta öyle ki bazen kimliğine dair en somut, en belirgin ve en huzur verici parçan olabiliyorlar.. devamlı taktığın kolye, diş fırçan koyduğun bardak, kapının arkasında asılı ceketin, koltukta duran yastığın..kim olduğuna dair soru işaretlerin diken diken olduğunda avucunun içinde tutabildiğin cevapların...öyle bir hayat düşün ki her sabah gözlerini farklı bir şehirde açıyorsun, farklı bir odada ve farklı bir yatakta..hatta güneş bile hep başka yönden doğuyor; kimi zaman biraz erken kimi zaman geç...bir giydiğini bir daha giymiyorsun ve senin hiç 'en sevdiğin siyah kazağın' olmuyor. her sabah farklı bir arabanın kontağını çeviriyorsun ve her birinin de debriyajı farklı noktalarda kavrıyor. refleks haline getirdiğimiz hareketlerden ve bir karar daha vermeme lüksünden uzak bir maraton sanki..düşününde bile yoruluyor insan.. zaten bu sebeptenmiş ki yeni doğan bebekleri hep aynı yerde yatırmaları.. küçük insanı zaten yeni geldiği dünyada gözünün değdiği her rengi farklı olması yetmezmiş gibi bir de uykusunda gezdirirsen..sersem olurmuş yavrucak, bulamazmış kendin; yarım kalırmış ruhu da aklı da.. şimdi ben de bir sorunun içinde çıkamadığımda yaptığım gibi elimdeki bilgileri tekrarlıyorum. Üçgenin dik tepe açısı 80 derece,değişkenler arasındaki correlation -0, 826, raftaki kitaplarım, kalp yastığım kahve bardağım... uyuşturucusuna kavuşmuş bağımlılar gibi sakinleşiyor panik atağım ve belirsizlikten takeing for granted'ın huzurlu sarhoşuğu yayılıyorbir sonraki düşünce krizine kadar... bakıyorum saate 03:23 ve tam da bu karabasanlı düşünce trafiğine üstüne davulcunun sesi geliyor sokaktan; öyle bir ayarında vuruyor ki tokmağı; niyeti olanı uyandıracak ama olmayanı da gıdıklamayacak kadar ..öyle bir vuruyor ki tokmağı beni çocukluğumun bilindik sokaklarına götürecek kadar...anneannemin yasemin çardağının altına kurulan sofralara, annemin işten gelini bekleyişlerime, pide alıcam hevesi ile beklediğim fırın kuyruğuna...nasıl bir hayat verdin ki bana allah'ım film gibi yaşıyorum her saniyesini, tam yazının son satırlarına yetişiyor davulcu ve aitlik duygusuna yolculuk ..sanki, yaşadığım hiç bir an tesadüf değil gibi..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder